1971-1984 yılları arasında NATO Genel Sekreteri olan Joseph Luns
)

1971-1984 yılları arasında NATO Genel Sekreteri olan Joseph Luns

Geçtiğimiz yıl Doğu-Batı ilişkilerine damgasını vuran özellik çelişkilerdi. Helsinki Nihai Senedinin getirdiği olumlu havayı Angola’da yaşanan olaylar takip etti. Avrupa’daki gerginliklerin yumuşayacağı düşüncesi Varşova Paktı’nın askerȋ gücünün istikrarlı şekilde yayılması nedeniyle sorgulanmaya başladı. Son zamanlardaki katı kısıtlamaların devam ettiğini gösteren örnekler, hareket ve düşünce özgürlüğü konusundaki umutları zedeliyor. Sinyaller kırmızı, yeşil ve sarı arasında gidip geliyor; bazen de üçü birden aynı anda yanıp sönüyor.

Dolayısıyla, Batı’da kamuoyunun Doğu-Batı ilişkilerini kuşku, hatta şaşkınlıkla izliyor olması pek de şaşırtıcı olmamalı. Bu duygular özellikle detant kavramı konusundaki karmaşada daha belirgin hale geliyor. Detant ne demektir? İngilizcede, daha da önemlisi Rusçada bir karşılığı olmayan bu gizemli Fransızca sözcüğün anlamı nedir?

Yakın geçmişte bazı Batılı yorumcular detant sözcüğünü dostluğun gelişeceğini ve çatışmanın sona erip işbirliği döneminin başlayacağını ima eden bir sözcük olarak yorumluyorlardı. Ancak bu iyimser yorum bugün giderek daha az duyuluyor. Batı, detantın zamanla normal ve doğal bir ilişkiye dönüşmesi gerektiğinde neredeyse hemfikir. Ancak artık görülüyor ki, bu çok uzun vadeli bir hedeftir ve öngörülebilir gelecekteki stratejimiz ve amaçlarımız açısından çok farklı bir olayla karşı karşıyayız. Nitekim detant sözcüğünün yorumlarındaki çeşitlilik karşısında bazı Batılı yorumcular bu sözcüğü artık kullanmamayı düşündüklerini açıkladılar.

Şayet Sovyetler Birliği liderlerinin bu konuda ne dediklerine daha dikkatle kulak verseydik, Batı’da detant sözcüğünün anlamı ile ilgili süregelen karmaşa önlenebilirdi. Sovyet liderler detantın işleyeceği parametreleri açıkça tanımlıyorlar. Onlara göre detant sözcüğü barış içinde bir arada yaşamak ile eş anlamlıdır ve temel amacı doğrudan bir askerȋ çatışmayı, özellikle de bir nükleer savaşı önlemek için Sovyetler Birliği ve Batı arasındaki ilişkinin yönetimini sağlayacak yolu bulmaktır.

Diğer yandan Ruslar açısından detant hiçbir zaman mevcut duruma dayalı istikrarlı bir dünya düzeni kurmak anlamına gelmiyordu. Sovyet liderleri Helsinki Nihai Senedinin Doğu ve Batı arasındaki ideolojik çatışmayı sona erdireceği anlamına gelmediğini vurgulamak için ellerinden geleni yaptılar. Hatta onlara göre detant bu çatışmayı devam ettirmek için fırsatlar dahi yaratır. Bunun ne anlama geldiğini şu anda Afrika’da görüyoruz.

Angola’da neler olduğunu iyi anlamak önemlidir. Sovyetler Birliği ve Küba, bir taraftan detanta bağlılıklarını ilan ederken, diğer taraftan da yeni kurulan bağımsız devletin kontrolünü ele geçirmeye çalışan rakip siyasi harekete destek olarak muazzam miktarda modern silah ve asker verdiler. Oysa burası Sovyetlerin ulusal çıkarlarının ve bilinen nüfuz alanının çok uzağındaydı. Bu hareket alenen Sovyetlerin nüfuz alanını genişletmek için yapılmış bir harekettir ve çok ciddi bir gelişmedir.

Sovyetlerin Angola’ya müdahalesinde dikkat çekici bir nokta da bu silah yığınağının 8,000 mil gibi uzun bir mesafeden yapılmış olmasıdır. Bu başarı Sovyetlerin askeri gücünün dünya çapındaki gelişimini göstermektedir.

T-72 Sovyet tankları ilk kez geçen yaz Kızıl Meydan’dan geçiyor.
)

T-72 Sovyet tankları ilk kez geçen yaz Kızıl Meydan’dan geçiyor.

Bu da beni Sovyetler Birliği’nin detant kapsamında getirdiği başka bir önemli kısıtlamaya götürüyor. Sovyetler Birliği hiçbir zaman detant sözcüğüne yüklediği anlam ile askerȋ gücünü genişletme isteği arasında bir tutarsızlık görmedi. Barış içinde bir arada yaşama politikası ile silahlı kuvvetlerini savunma için gerekenin çok üstünde bir düzeye taşıma eylemi arasında bir tutarsızlık olduğunu görmüyorlar. Varşova Paktı kuvvetlerinin silahları, teçhizatı ve eğitiminin nitelik ve niceliğini geliştirmenin yanı sıra saldırgan operasyonlara daha fazla önem vermeye başladıkları konusunda şüphe yok.

Öyleyse Sovyetlerin detant konusundaki görüşleri şöyle: Batı ile hükümetlerarası düzeyde, oldukça makul ölçülerde istikrarlı bir ilişki; ama ideolojik çabaların aktif olarak devamı (eylemlerini özgürlük hareketi olarak tanımlayan herhangi bir gruba destek vermek dâhil); ve Sovyetlerin askerȋ gücünü arttırmayı ısrarla sürdürmek. Peki, bu tür politikalar karşısında Batı’nın stratejileri ve taktikleri ne olmalı?

Batı için Stratejiler

Bu şartlar altında iki bölümlü bir yaklaşım benimsemek gerçekçi bir strateji olacaktır. Birincisi, Sovyetlerin genişlemesini önlemek için Batı’nın yeterli askerȋ kapasiteye sahip olmasını gerektirir. İkincisi, daha doğal ve normal ilişkileri teşvik etmek üzere tasarlanmış politikalar gerektirir. Her iki politikanın da başarısı hükümetlerin ve halkın desteğine dayanır.

Birinci şart İttifak’ın potansiyel bir saldırıyı caydırma yönündeki birincil sorumluluğunu yerine getirebilecek ve şayet böyle bir saldırı olursa saldırganı müttefiklerden herhangi birinin topraklarından püskürtebilecek pozisyonda olduğunun açıkça görülebilmesi anlamındadır. İttifak’ın caydırıcılık yeteneği her bir üyenin güvenliğinin temelidir. Bu yeteneğin inanılırlığının zayıflatılmasına izin verdiğimiz an kışkırtıcılık yapmaktan suçlu oluruz, yani, ideolojik bir rakibi saldırganlığın işe yaradığına inanmaya teşvik etmiş oluruz.

Bu saldırganlığın ille de gözle görülür bir askerȋ formda olması gerekmiyor. Siyasi baskı da en az bunun kadar tehlikelidir. Bugünkü Sovyet liderlerinin Avrupa ve başka yerlerde siyasi baskı uygulama aracı olarak askerȋ güce çok değer verdiklerini biliyoruz. Belki gelecekteki Sovyet liderleri bu siyasi nüfuz kaynağını daha da aktif şekilde kullanacaklardır.

Bu sorun ile etkili şekilde başa çıkabilmek için İttifak cephesinde gerçek ve sürekliliği olan bir çabaya ihtiyaç vardır. Caydırıcılık kalkanımızın inanılırlığını korumak için bu alana yeterli kaynakları aktarmaya istekli olmalıyız. Bundan bir süre önce bunu yapmak nispeten daha kolaydı; Amerika Birleşik Devletleri’nin stratejik nükleer üstünlüğüne sırtımızı dayayabilirdik. Ancak artık o üstünlük günleri belki de bir daha geri gelmemek üzere geride kaldı. Artık nükleer güç konusunda neredeyse eşitliğin hüküm sürdüğü bir çağdayız. Bu da artık konvansiyonel silahların tekrardan büyük önem kazandığı demek oluyor. NATO’nun esnek mukabele politikası “Triad”a (üçlü grup) ve bu Triad içindeki yeterli konvansiyonel, stratejik ve taktik nükleer kuvvetlere dayanıyor. Eğer konvansiyonel kuvvetlerimiz zayıf kalırsa, Batılı liderler bir askerȋ emrivakiye veya siyasi baskıya boyun eğme veya nükleer güçle mukabele etme alternatiflerinden birini seçmek zorunda kalabilirler. Öte yandan Sovyetler Birliği düzenli bir şekilde hem konvansiyonel kuvvetlerini hem de nükleer gücünü arttırıyor. Askerȋ caydırıcılığımızın Sovyetlerin yadsınamaz gücünü – askerȋ veya siyasi – bize karşı kullanmaktan alıkoyacak kadar güçlü olduğunu garanti etmeye devam etmeliyiz.

Stratejik nükleer dengeyi korumak. Bir Amerikan kıtalararası balistik füzesi TITAN’nın deneme fırlatışı.
)

Stratejik nükleer dengeyi korumak. Bir Amerikan kıtalararası balistik füzesi TITAN’nın deneme fırlatışı.

Ayrıca, her ne kadar tatsız da olsa, Sovyetlerin giderek artan gücü daha uzun yıllar bizler için bir sorun olacak gibi görünüyor. Bizlerin de bu doğrultuda savunmamızı planlamamız gerekiyor. Değişen ekonomik şartlardan dolayı savunma harcamalarımızda yaşadığımız ani iniş ve çıkışlar, ne karşılamak zorunda olduğumuz savunma ihtiyaçları ne de kaynakların en ekonomik şekilde kullanımı açısından bir anlam ifade ediyor. Gerekli olan şey birkaç seneyi kapsayacak düzenli ve güvenilir bir planlamadır.

Müttefik ülkelerin yaşamakta olduğu ekonomik zorlukların savunma bütçelerine yansıdığının farkındayım. Oysa ekonomik zorluklar Varşova Paktı kuvvetlerinin büyümesini ve modernizasyonunu hiçbir şekilde etkilemiyor. İnanılır olmak için caydırıcı konumumuza tek başına, bağlantısız bir olgu olarak değil, Varşova Paktı’nın askerȋ gücü ile bağlantılı bir olgu olarak bakmalıyız.

Bu arka plan doğrultusunda gerek bir bütün olarak İttifak’ın gerek bireysel müttefik ülkeler olarak mevcut performansımızı daha da yükseltmeye ihtiyacımız var, zira müttefikler arasında gerekeni fazlasıyla yapan olduğu kadar gereğinden az yapanı da var.

Bunu söylerken Batı’nın savunma harcamalarını muazzam miktarlarda arttırmaları gerektiğini kastetmiyorum. Söylemek istediğim, birincisi, Varşova Paktı ile Karşılıklı ve Dengeli Kuvvet İndirimi anlaşması kapsamı dışında tek taraflı kuvvet indirimi olmamalıdır. İkincisi, Batı savunmasının sürdürülmesine yetecek miktarda kaynak sağlanması konusundaki kararlığın sürekliliği sağlanmalıdır. Bu kaynak karşımızdaki askerȋ tehditlere ve ekonomik kapasitemize uygun düzeyde olmalıdır. Ayrıca harcadığımız her bir doların hakkını verecek yollar aramalıyız.

Rasyonelleştirme ve standardizasyon gibi önlemler ile bugüne kadar bu konuda kaydedilen ilerlemelerin hacmi belki de her zaman tam olarak anlaşılmıyor. Birçok alanlarda NATO kuvvetleri arasında farklı silah türlerinin artmasını durdurmak ve bir sonraki nesil sistemlerde benzer silah türlerinin kullanılmasını başlatmanın yanısıra birbirinin yerine kullanılabilecek mühimmat kullanımının geliştirilmesi konularında da ciddi önlemler alındı.

Örneğin, güdümlü tanksavar füzeler ve roketler ve kısa menzilli hava savunma sistemlerinin yayılması önemli ölçüde azaltıldı. Gelecek nesil tanksavar silahlar, satıhtan havaya fırlatılan füzeler ve gemisavar füzeleri konusunda İttifak çapında eşgüdümlü çalışmalar yapılıyor, bazı çalışmalar planlanıyor. 1980’lerde yeni NATO topçu silahlarının nitelikleri standart hale getirilmiş olacak ve böylece mühimmatlar neredeyse tamamen birbirinin yerine kullanılabilir hale gelmiş olacak. Hafif piyade silahları mühimmatının da standart hale gelme olasılığı son derece umut verici: gelecekteki temel tank silahlarının ve NATO gemilerinin çoğunun ana tahrik yakıtlarının da 1980’de tamamen birbirinin yerine kullanılabilme ihtimali çok büyük.

Bunlar yüreklendirici gelişmeler. Ama daha yapılacak çok şey var. Son aylarda daha kararlı bir yaklaşıma ihtiyaç duyulduğu konusundaki farkındalık önemli ölçüde arttı. Geçen yıl Aralık ayında İttifakın Bakanlar toplantısında Bakanlar bu konuların NATO Konseyi tarafından takip edilmesi gerektiği konusunda anlaşmaya vardılar. Ayrıca askerî teçhizatın birbiriyle uyumlu çalışabilirliği konusunda Konseye bağlı bir Geçici Komite kurularak özel bir eylem planı hazırlamakla görevlendirilmesine karar verdiler. İttifakın bu görevi tam bir aciliyet duygusuyla sürdüreceğini garanti edebilirim.

Bugün Batı’da Sovyet tehdidinin İttifakın yürüttüğü tüm bu savunma çalışmalarına değecek derecede olduğundan emin olup olmadığımızı sorgulayan bir görüş mevcut. Gerçekler bu soruları büyük ölçüde yanıtlıyor. Sovyet askerî gücünün her yönden istikrarlı ve muazzam şekilde genişlediği konusunda hiç şüphe yok. Ayrıca Sovyetler Birliği’nin Batı’ya karşı aktif bir ideolojik düşmanlığı olduğu konusunda da şüphe yok.

Ancak, eğer Batı caydırıcı gücünün inandırıcılığından vazgeçerse Sovyetler Birliği’nin tüm İttifak üyelerine ya doğrudan askerî güç kullanarak veya askerî güç kullanma tehdidiyle siyasi baskı yapacağından tam olarak emin olamayacağımız da doğru. Daha böyle bir olay olmadan önce bilimsel olarak kanıtlanması mümkün değil. Değil bir başka hükümetin, bir başka kişinin bile niyetinden hiçbir zaman emin olamayız. Samuel Butler’ın sözleriyle, “Hayat yetersiz önermelerden yeterli sonuçlara varma sanatıdır.” Ancak Batı’nın zayıf kaldığı durumlarda Sovyet müdahalesini en azından gerçek bir olasılık haline getiren yeterince kanıt ve somut gerçek mevcut. Ayrıca birçok kişi bu olasılığın çok daha büyük olduğunu kanısında. Sırf tartışma amacıyla Sovyet müdahalesinin birçok olasılıktan sadece bir tanesi olduğunu kabul ettik diyelim, yine de bu olasılığın gerçeğe dönüşmemesini garanti etmek zorunda değil miyiz? Çünkü eğer politikamızı Sovyetler Birliği’nin müdahale için karşısına çıkan fırsatlardan yararlanmayacağı umudu üzerine kurarsak, ve eğer daha sonra olaylar bu umudumuzu boşa çıkarırsa, o zaman pozisyonumuzu değiştirmek için hiç bir yol kalmaz — belki nükleer savaş dışında.

Şurası muhakkak ki Batı’da sorumluluk sahibi hiç kimse bu denli büyük bir riski göze alamaz. Muhakkak ki yapılacak en akla uygun şey bu derece dehşet verici bir olaya karşı kendimizi garantiye almak için gereken primi ödememizdir. Neyin tehlikede olduğunu gördüğümüz zaman neticede tüm müttefiklerin ödeyecekleri küçük bir bedeldir. İttifak ülkelerinde bunun adam başına düşen ortalama maliyeti silahlanmış belirli tarafsızların daha az etkili bir güvenlik politikası için ödeyecekleri bedelden çok daha düşüktür.

Ortak nokta arayışı

Batı’nın Doğu ile ilişkilerine yönelik iki bölümlü yaklaşımın birinci kısmını anlattım: İttifakın güvenliğini korumak için yeterli bir caydırıcı unsurun varlığı. Bu kısmı ilk önce ele almamın nedeni bunun en önemli nokta olduğunu düşünmem ve ayrıca ikinci kısmın temel şartı olması. Bu yaklaşımın ikinci kısmı da Sovyetlerin tavrını yumuşatmak için zaman içinde tasarlanmış olan politikaları sürdürmek.

Hem Batı hem de Doğu’nun bir ortak nokta bulmak için uğraşmaları şart. Ortak çıkarlar yaratma ve güçlendirme konusunda tüm olasılıklarını araştırmalıyız. Belirli konularda görüşmelere hazır olmalıyız ve anlaşmazlıkları çözmek için elimizdeki tüm seçenekleri açık tutmalıyız. Görüşmelere ve gerekirse Sovyetlerin genişlemeci yaklaşımını dizginlemeye hazır olmak, önümüzdeki yıllarda yavaş yavaş bir uzlaşma sağlamak için en fazla umut vadeden yoldur. Gerçekten de Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı (AGİK), Karşılıklı ve Dengeli Kuvvet İndirimleri (MBFR) ve Stratejik Silahların Sınırlandırılması Görüşmeleri (SALT) gibi konularda Doğu ile yapılan görüşmelerde Batı’nın kararlılıkla takip ettiği yol da budur.

SALT’ın kısa vadedeki hedefi stratejik silahlara bir kısıtlama koymak, uzun vadede ise Sovyetler Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri’nin stratejik saldırı yeteneklerinde indirim sağlamak. Savunma sistemlerine sınırlama getiren 1972 antlaşmaları ve saldırı sistemlerine tavan belirleyen Vladivostok düzenlemeleri sonucunda SALT’ın kısa vadeli hedefi doğrultusunda belirli bir başarı elde edildi.

Karşılıklı ve Dengeli Kuvvet İndirimleri (MBFR) konuşmaları1 vasıtasıyla Orta Avrupa’da daha düşük kuvvet düzeylerinde daha istikrarlı bir askerî ilişkiyi gerçekleştirmeye çalışıyoruz. MBFR görüşmelerinde temel problem Orta Avrupa’da Varşova Paktı kara kuvvetlerinin insan gücünün ve tanklarının büyük üstünlüğünden kaynaklanıyor. Bunun bölgedeki istikrarı bozan esas faktör olduğunu düşünüyoruz. Görüşmelerin başladığı andan itibaren Batılı katılımcıların temel pozisyonu MBFR’nin bölgedeki kara kuvvetleri insan gücünde bir ortak tavan belirlenmesiyle yaklaşık bir eşitlik sağlanması ve tanklardaki eşitsizliğin düzeltilmesi yönündeydi. Geçtiğimiz Aralık ayında katılımcı Batılı müttefikler Viyana’daki görüşmelerde bir hareketlilik sağlamak ümidiyle masaya yeni bir teklif getirdiler: Varşova Paktı’nın Batı’nın temel pozisyonunu - ortak tavan ve Sovyet tank ordusunun çekilmesi de dahil olmak üzere - kabul etmesi şartıyla belirli nükleer unsurların MBFR’ye dahil edilmesi. Doğu bu teklifi eleştirdiyse de konu hâlâ Varşova Paktı ile tartışılıyor ve biz de bu teklifin kabulü için ısrarlı olmaya devam edeceğiz.

Geçen yıl Doğu-Batı ilişkileri alanında AGİK görüşmelerinin sona erdiğini gördük. Tüm kusurlarına rağmen Helsinki Nihai Senedi Batı açısından özellikle insani sorunlarla ilgi çok önemli maddeler içerir. Nihai Senet’in en büyük başarısı Helsinki’de yapılan vaatlerin ne dereceye kadar gerçeğe dönüştüğüne bağlı olacak. Şu ana kadar gelen destek çok yüreklendirici değil ancak henüz çok erken. Batı tüm katılımcıların vaatlerini yerine getirmeleri için ısrarlı olmak zorunda.

Tüm bu görüşmelerde müttefiklerin Varşova paktı ile yapılacak herhangi bir diyalogda tek bir ses olabilmeleri için siyasi ahengi korumaları gerekir. Gerek AGİK görüşmelerinde gerekse halen sürmekte olan MBFR görüşmelerinde Batılı ülkeler arasındaki mükemmel uyum Batılı görüşmecilere avantaj sağladı. NATO Genel Karargâhındaki siyasi danışma mekanizmasının bu derece yüksek koordinasyonun sağlanmasında çok önemli bir rol oynadığı belki de yeterince bilinmiyor. Özellikle de tüm katılan müttefiklerin MBFR konuşmalarında görüşülen politikaları NATO içinde tartışılarak sonuca bağlandı.

Bazen Avrupa Topluluğu üyeleriyle İttifakın geri kalanı arasındaki koordinasyon hakkında bana sorular yöneltiliyor. Bence Avrupa’da daha güçlü koordinasyon ve birlik yönündeki hareketlilik İttifakın kuvvetlenmesinin temel şartı. Belçika Başbakanı Tindemans’ın yakın tarihli raporunda Dokuz Müttefik arasında siyasi ve ekonomik birlik yönündeki ilerlemenin devam etmesi için yaptığı çağrıyı memnuniyetle karşılıyorum. Ayrıca kendisinin Avrupa’ya güvenlik ve istikrar sağlayanın Atlantik İttifakı olduğu, fakat yakın gelecekte ortak bir Avrupa savunma politikası için fazla umut olmadığı gerçeğini ifade etmesini de olumlu karşılıyorum. Bunlar gerçekten doğru. Tabi bu gerçek Avrupa’nın savunma konusundaki rolünü azaltmaz, veya Avrupa’nın İttifak çerçevesi içinde toplu savunmaya yaptığı katkıyı kuvvetlendirme ihtiyacını da ortadan kaldırmaz. Ancak öngörülebilir gelecekte Batı Avrupa tek başına kendisini savunacak veya büyük güçlerden birinin saldırısını caydıracak güce sahip olmayacaktır.

Bu durumda ABD’nin Avrupa ve Atlantik güvenliğinde oynayacağı vazgeçilmez, çok önemli bir rolü vardır. Bu şu anlama gelir: savunma tüm İttifak üyeleri tarafından ortak bir strateji ve ortak uygulama süreçleri olan toplu bir görev olarak görülmelidir; tüm müttefik hükümetleri politikalarını formüle ederken siyasi açıdan İttifak üyeleri arasında çok yakın bir bağ olduğu gerçeğini göz önünde tutmalıdır; ve Batı Avrupalı üyeler kendi özel çıkar ve sorunlarıyla ayrıca ilgilenebilirler, fakat genel güvenlik için İttifakın ihtiyaçlarının da karşılanması gerektiğini kabul etmelidirler. Bu da İttifak içinde yoğun çaba gerektirir. Ben bunu başaracak iradenin olduğuna güveniyorum.

Bilinçli kamuoyu ihtiyacı

Sovyetler Birliği tehdidinin uzun vadeli olduğunu, ve bu nedenle de Batı’nın istikrarlı, uzun vadeli askerî ve siyasi tepkisine ihtiyaç olduğunu vurguladım. Bu ancak Batı hükümetleri ve kamuoyunun uzun bir süre boyunca kuvvetli ve kesin bir pozisyon sürdürmesiyle gerçekleşir.

İşte bu noktada etraflıca bilgilendirilmiş bir kamuoyu çok önemlidir. Batı’nın totaliter rejimler karşısındaki en büyük avantajlarından biri demokratik yaşamın doğasında bulunan yenilenme gücüdür. Demokratik süreç ne kadar hantal olursa olsun, yine de yaratıcı biçimde yeniden canlanma konusunda en fazla potansiyel taşıyan siyasi sistemdir. Toplum ancak çatışan politik güçler arasında görüşlerin ve fikirlerin daima göz önünde bulundurulmasıyla uzun vadede durağanlıktan kurtarılabilir. Aynı şekilde, şunu da bilmeliyiz ki bu demokratik süreçler siyasi tartışmaların durumun gerçeklerinin çok iyi anlayarak yürütülmesi için özel bir gayret gerektirir. Kamuoyunun ancak tehlikeler gözle görülür hale geldiği zaman doğru kararı vereceğini söylemek yetmez. Etkili çareler bulunabilmesi için doğru kararların vaktinde alınmasını garanti etmemiz gerekir.

Halklarına net ve kesin liderlik sağlama sorumluluğu üye hükümetlere aittir. Fakat hükümetler ancak kendi ülkelerinde kamuoyunu etkileyen herkesin desteğine sahip olurlarsa etkili biçimde tepki verebilirler. Bu da güç sahibi pozisyondaki birkaç kişiden daha fazlasını gerektirir. Üye hükümetlerin ihtiyacı olan destek en üst elit tabakanın desteğinden çok daha fazlasıdır. Bu destek geniş tabanlı olmalı ve toplumun her kesimine yayılmalıdır.

NATO Dergisi okuyucularının anlattığım politikanın — görüşmelere ve gerekli olduğunda Sovyetlerin genişlemeci yaklaşımını dizginlemeye hazırlıklı olma görevi — kendi ülkelerinde toplumun her kesimi tarafından doğru anlaşıldığını garanti etmek konusunda kendilerinin de önemli rolleri olduğunu anlayacaklarından eminim. Karşı karşıya olduğumuz durumun niteliğini en iyi anlayacak olanların NATO Dergisi okuyucuları olduğunu söylemek bir iltifat değildir. Onlar bu bilgileri topluma geniş ölçüde yayarak İttifakın güvenliğinin devam etmesine büyük katkıda bulunabilirler.

Halklarımızı barışı korumak için elimizden gelen her şeyi yaptığımıza inandırmalıyız. Onları tüm çabalarımızın ancak siyasi istikrar ve askerî güce dayandığı zaman başarılı olacağına ikna etmeliyiz. Ancak o zaman önümüzdeki aylarda ve yıllarda sürekli karşımıza çıkacağını bildiğimiz sorunlarla güvenle yüzleşebiliriz.