Birçok Batılı gözlemci IŞİD’i ortaçağ barbarlığının yeniden canlanması ile eşdeğer görmektedir. Oysa IŞİD’i geçmişteki devrimlerle, özellikle de Rusya’daki 1917 Bolşevik Devrimi ile karşılaştırmak daha kolay olacaktır. IŞİD’in etnik köken, ırk veya kişilerin doğdukları yere bakmaksızın her türlü insanı bünyesinde toplayabilme özelliği Bolşeviklerle ortak bir “enternasyonalizm” ideolojisi paylaştığını göstermektedir. IŞİD’in bu özelliği Rusya için olumlu sonuçlar getirmiştir.

IŞİD halkları terörize etmeye ve Suriye ve Irak’taki krizleri daha da kötü bir duruma getirmeye devam ediyor.
Rusya’daki İslamcı direnişçilerin çoğunun Orta Doğu’ya gitmesini ve bu grupların dağılmasını hızlandırmış ve dolayısıyla ülke içindeki tehdidin azalmasına yardımcı olmuştur. Ayrıca, - Kremlin’in açıklamalarına karşın - Moskova’ya Orta Doğu’da angaje olma fırsatını yaratmıştır. Oysa burada IŞİD ile savaşmak Moskova’nın çıkarları ile ancak dolaylı olarak bağlantılıdır.
IŞİD ve Rusya’nın Orta Doğu ile ilgili planları
Bolşevikler gibi IŞİD de devrimci ideolojinin en önemli özelliklerinden biri olan devletçiliğe karşıdır. İkisi de bildiğimiz anlamda bir devlet, yani katı hiyerarşik bürokrasisi, belirlenmiş jeopolitik çıkarları ve çoğu kez güçlü devletlerin ittifaklarına dahil olma arzusu içinde olan bir yapı kurmamıştır. Bolşeviklerde devlet kurma isteği çok daha sonra iç savaşta zaferler kazanıldıktan sonra görüldü. Devrimin ilk yıllarında Bolşevikler aynen bugün IŞİD üyelerinin olduğu gibi, bir değişim getirme havasındaydılar. Dünya çapında bir devrim yaratmak ve herkesin baskı görmeden, uyum içinde yaşadığı ütopik bir işçi ve köylü cumhuriyeti kurulmasını istiyorlardı. IŞİD üyeleri de herkesin bildiği anlamda normal bir devlet kurmayı planlamıyorlar. IŞİD devletini mevcut devletlerden herhangi birinin modeli olarak görmüyorlar. Halifelik veya ilk halife olma niyetleri ise çoğu kez sahte. Politik ve sosyo-ekonomik modelleri ortaçağ metinlerinden ziyade modernizmin ürünüdür. Bu şekliyle tarihi örneklere başvuran eski devrimcilere benziyorlar. Fransız devrimcileri antik Roma ve Yunanı yüceltmişler, Bolşevikler de Fransız İhtilalinin meziyetlerini övmüşlerdi. Ancak ne Fransız devrimcileri antik Romalı ne de Bolşevikler Fransız devrimcileriydi.
IŞİD ideolojisinin ve uygulamalarının bir başka önemli özelliği de varmak istedikleri noktanın sadece global halifelik değil, Bolşeviklerin “enternasyonalizm” dediği nokta olmasıdır. Bolşevikler bir yandan doğal olarak Marksizm ilkelerine başvurmalarına rağmen, açıkça ifade ettikleri amaç “Tüm ülkelerin emekçileri, birleşin” sloganıydı. Bu teori bir burjuva ideolojisi olan milliyetçilikten vazgeçildiğini ima ediyor. Milliyetçilik proletaryayı birbirine düşüren ve komünizmi getirecek olan sınıf mücadelesi için birlik olmalarını engelleyen bir ideoloji olarak görülüyor.
Bir bakıma “komünizm” farklı boyutlara doğru bir açılımı ifade ediyordu. Aynı şey IŞİD cihatçıları için de söylenebilir. Taraftarları hiçbir etnik bölünme çizgisi olmadığını, daha doğrusu, etnik kökene bağlı bölünmelerin anlamsız olduğunu savunmaktadırlar. İslam’ın erken yıllarına atıfta bulunmalarının bir gerekçesi vardır: modern zamanlardan önceki insanların ırk veya etnik köken gibi bir mevhumları yoktu. Yine de İslam’ın ilk yıllarında dahi, bu dinin belkemiğini Araplar oluşturuyordu. Enternasyonalizm üzerinde durulması, yani etnik kökenin göz ardı etmek, hatta yabancılara sıcak bakmak birçok bakımdan modern bir görüş. Bolşevikler de yabancılara kucak açıyorlardı.
Cihatçıları kullanmak
Yabancıların IŞİD kontrolündeki bölgelere göçünün küresel toplum açısından bazı sonuçları vardır. Bolşevikler dahil, geçmişteki devrimci hareketlere katılanlarda da görüldüğü gibi çeşitli amaçlar ve nedenler vardır. Bu insanların sayıları ayda birkaç yüzden birkaç bine kadar değişmektedir. Bunların birkaç bini eski Sovyetler Birliği’nden, birkaç yüzü de Orta Asya’daki Müslüman ülkelerden gelmektedir. Muhtemelen birkaç yüz kişi de Rusya’nın dışa kapalı Müslüman toplumlarından (Tataristan ve Bashkiria gibi) gelmiştir. Yine de esas büyük sayılar Rusya yönetimindeki Kuzey Kafkasya’dan, özellikle Çeçenistan’dan gelmektedir. Bu durum Sovyetler dönemi sonrasında gerek Yeltsin gerek Putin’inin bir hayli başını ağrıtmış olan sorunlardan Kremlin'i kurtarmıştır. Ayrıca, bu göç Putin’e eylemlerinin sonuçlarından korkmadan Suriye macerasına atılma fırsatını vermiştir. Bunu anlamak için Kremlin’in Kuzey Kafkasya ile olan ilişkilerinin tarihini incelemek gerekir.

Irak güvenlik güçleri 26 Temmuz 2015’te Anbar vilayetindeki Anbar Üniversitesi’nden indirdikleri İslam Devleti bayrağını tutuyorlar. Müşterek operasyonlar komutanlığı Irak güvenlik güçlerinin Pazar günü Batı Ramadi’deki Anbar Üniversitesi yerleşkesinde İslam Devleti militanlarıyla çatıştıklarını bildirmiştir. ©Reuters
Sovyetler Birliği’nin çökmesi Rusya Federasyonu’ndaki birçok azınlıkları karıştırdı. Buna rağmen bir tek kuzey Kafkasya’da karışıklıklar çatışmaya dönüştü. Birinci Çeçen savaşı (1994-1996) milliyetçi sloganlarla yürütüldü. Çeçenler doğrudan veya dolaylı yollarla ABD ve geniş bir Çeçen diasporasının bulunduğu Türkiye tarafından desteklendi. Ancak Çeçen milliyetçiliği Kafkaslarda ve ötesinde sayıları bir hayli yüksek olan diğer azınlıklar arasında fazla yankı uyandırmadı. Ağustos 1996’da Moskova onur kırıcı Hasavyurt Anlaşmasını imzalamak zorunda kalınca Çeçenler - kanunen olmasa bile fiilen - bağımsızlıklarını kazandılar. Ancak iki taraf da sonuçtan memnun değildi ve sonuçta 1999’da İkinci Çeçen savaşı patlak verdi. Bu arada Putin de Çeçenistan’ı güç kullanarak bastıramayacağını veya bunun en azından çok pahalı bir girişim olacağını anlayarak taktik değiştirmişti. Kadirov aşiretini Çeçenistan’a genel vali olarak tayin etti ve onlara her türlü yetki ve mali desteği verdi.
25 yıldan sonra Rusya’ya ait Kuzey Kafkasya’daki savaş sona ermiş gibi gözüküyor. Her ne kadar bazı cihatçıların Rusya’ya dönme olasılığı varsa da, kitlesel bir geri dönüş olasılığı çok düşük.
Putin’in yeni politikaları bir savaş ideolojisi olarak Çeçen milliyetçiliğini zayıflattı. Bunun sonucunda sanal Çeçen devletinin başkanı Dokka Umarov, Çeçen milliyetçiliğini bir kenara atıp İslami “enternasyonalizm”i savunarak 2007 yılında “emirlik” ilan etti. Bu yaklaşım en azından kısa vadede başarılı oldu ve Kuzey Kafkaslar ve ötesinden Müslümanları kendi safına çekmesini sağladı. Ancak zaman içinde Orta Doğu’da cihat uğruna savaşmak isteyen ( onların dünya çapında devrim anlayışı) Kuzey Kafkasyalı savaşçıların sayılarının artmasıyla “enternasyonalizm” emirlik için giderek bir yük olmaya başladı.
Bu göç Umarov’un halefi Aliaskhab Kebekov zamanında arttı. Buna paralel olarak Kremlin, emirlik güçlerine karşı sürekli ve acımasız bir mücadele sürdürüyordu. 2015 te Kebekov ve kendisinden sonra birkaç ay görev başında kalan Magomed Suleimanov’un öldürülmesinden sonra emirliğin başına yeni bir lider geçmedi. Bu da Kuzey Kafkas direniş güçlerinin dağılması anlamına geldi ve bölge ve çevresine karşı girişilen terörist saldırılar önemli ölçüde azaldı. 25 yıldan sonra Rusya’ya ait Kuzey Kafkasya’daki savaş sona ermiş gibi gözüküyor. Her ne kadar bazı cihatçıların Rusya’ya dönme olasılığı varsa da, kitlesel bir geri dönüş olasılığı çok düşük.
Kremlin’in Suriye’deki eylemleri ve sonuçları

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin (sağda) ve Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad Moskova, Rusya’da 20 Ekim 2015 tarihinde Kremlin’de yapılan bir toplantıya giriyorlar. Beşar Esad, Suriye’deki İslamcı militanlara karşı başlattığı hava saldırıları için Putin’e teşekkür etmek üzere Salı gecesi Moskova’ya sürpriz bir ziyaret yaptı. ©Reuters
Ülkesinde Cihatçılarla ilgili endişelerden kurtulmak Putin’e Suriye ile ilgili istediği girişimleri başlatma imkânı sağladı. Bu nedenle ülkesinin Suriye krizi ile doğrudan angaje olması konusunda kamuoyuna yaptığı açıklamaları biraz kuşku ile karşılamak gerekir: bu eylem IŞİD korkusundan yapılmamaktadır; yukarıda ana hatlarıyla belirtildiği gibi, çelişkili olsa da, IŞİD Kuzey Kafkasya’daki organize direnişe son vererek aslında Putin’e yardımcı olmuştur. Rusya daha ziyade Orta Doğu ile ilgisini ve buradaki varlığını göstermek istemektedir. Bu sadece ABD’ye değil, daha geniş bir kitleye yollanmış bir mesajdır ve Orta Doğu’daki Araplar ve İsrail’e Washington’un bölgedeki müttefikleri şayet ABD’nin bocaladığından endişe ederlerse Moskova’nın iyi bir B planı olduğu sinyalini vermektedir.
Suriye girişiminin ikinci önemli özelliği ise Rusya’yı tekrar Batı dünyasına almaları için Avrupa’ya yaptığı üstü kapalı çağrıdır. Putin’i eleştirenler çoğu kez onu her ne pahasına olursa olsun imparatorluğunu genişletmek isteyen ve önünde sonunda Batı ile ters düşmeye mahkûm ve bunun bedelini ödemeye hazır olan çetin bir ceviz, hatta mantıksız, bir Rus milliyetçisi olarak gösterirler. Aslında bu hiç doğru değil. Putin ve çıkarlarını temsil ettiği Rus eliti Avrupa ile Soğuk Savaş modeli bir ayrılık istememektedirler zira bu elit ve orta sınıf Ruslardan büyük fedakârlıklarda bulunmalarını gerektirecektir. Putin’in imparatorluk beklentileri de aslında sınırlıdır – hatta Ukrayna’da bile, pek çok kişinin tahminlerinin tersine, Kiev’e ordularını göndermemiş ve şehri işgal etmemiştir. Bir imparatorluğun ciddi boyutlarda ekonomik yatırım gerektirmesi bir yana, batıya doğru bir genişleme Avrupa’yı kızdırır ve Putin’in ABD ile daha da yakınlaşmasına yol açar. Çin ve İran ile giderek güçlenen flörtü Avrupa’ya Moskova’nın daha başka seçenekleri de olduğunu gösterme arzusudur ama Batı ile bütün bağlarını koparıp Asya’yı kucaklamak gibi tek odaklı bir arzunun göstergesi değildir. Batı ile, özellikle Avrupa ile yakınlaşmak halâ Putin’in öncelikli hedeflerinden biridir ve bu nedenle Putin’in Suriye’deki eylemleri değerlendirilirken göz önünde tutulması gereken bir noktadır. Putin, Suriye’de bir angajmana girmekle, Rusya’nın Avrupa ve Batı medeniyetini aşırı İslam tehdidinden kurtarmakta ciddi bir güç oluşturacağını ve bu nedenle dışlanmaması gerektiğini göstermek istiyor.
Pratikte bu eylemlerin sonuçları ne olacaktır? Ülke içinde İslami ayaklanma korkusundan kurtulan ve IŞİD’in Rusya doğumlu aşırı uçtaki kişileri kendisine çekmesinden yararlanana Moskova, Orta Doğu’da uzun süre kalacak öz güvene sahiptir ve bölgedeki çıkarlarına saygı gösterileceğinden emindir. Öte yandan, Moskova mevcut güçlerden hiçbiri ile Soğuk Savaş zamanındaki gibi bir çatışmaya girme amacıyla yola çıkmamıştır ve çıkarlarına saygı gösterecek herhangi bir güçle işbirliği yapmaktan memnuniyet duyacaktır. Yine de, her ne kadar Moskova ve diğer başkentlerin Orta Doğu ile ilgili kendi planları varsa da, olayların başka türlü gelişebileceği de unutulmamalıdır.