Caydırıcılık: neleri yapabilir ve neleri yapamaz
Caydırıcılık kavramı yeniden canlanıyor. Rusya-Ukrayna krizi Soğuk Savaş yıllarının kalıntılarından biri olarak algılanan caydırıcılık kavramını yeniden hayata geçirdi. Ancak son aylarda Rusya’nın nasıl caydırılacağı konusundaki tartışmalar bu konunun 20 yıldır ihmal edilmiş olmasının olumsuz etkilerini ortaya çıkardı. Caydırıcılık ile ilgili en basit bilgiler dahi kaybolup gitmiş görünüyor. Öyleyse, caydırıcılık nedir? Caydırıcılıkla neler başarılabilir — ve neler başarılamaz?
Caydırıcılık, karşı tarafı hoş karşılanmayacak bir eylem yapmaktan vaz geçirmek amacıyla kullanılan kuvvet kullanma tehdidir. Bu da misilleme tehdidiyle (cezalandırma yoluyla caydırma) veya karşı tarafın savaş amacını görmezden gelerek (inkâr yoluyla caydırma) başarılır. Bu basit tanım caydırıcı olabilmek için yapılacak tek şeyin yeterli bir gövde gösterisinden ibaret olduğu gibi bir sonuca varılmasına yol açar. Her iki taraf da “akılcı” biçimde, yani maliyet-yarar hesabı çerçevesinde hareket ederse, ve iki taraf da intihara meyilli değilse, tarafların askeri potansiyelleri birbirini dizginler.
Keşke işler bu kadar kolay olsaydı. Tarihte, iki tarafın gücünün eşit olduğu durumlarda, hatta zayıf tarafın kuvvetli olan tarafa saldırdığı bazı olaylarda caydırıcılığın bir işe yaramadığı örnekler olmuştur. Bazı durumlarda zayıf olan taraf sürpriz unsuruna güvenmiştir. Örneğin, Japan İmparatorluğu’nun askeri liderleri Amerika Birleşik Devletleri’nin askeri üstünlüğünün bilincindeydiler. Fakat Pearl Harbor deniz üssüne yapılan sürpriz saldırı ile ABD’nin Pasifik filosunun büyük bir bölümünü yok edip Washington’u politik olarak felce uğratılabilseydiler, Japonya’nın üstün gelme şansı olabilirdi. 1973’de Suriye ve Mısır askeri açıdan kendilerinden çok üstün olan İsrail’e saldırdılar—kazanmayı umduklarından değil, 1967’deki altı-gün savaşında İsrail karşısında uğradıkları yenilgide kaybettikleri nüfuzu yeniden kazanmak için. İsrail saldırıyı beklemiyordu: askeri açıdan kendinden çok daha zayıf iki ülke neden zaferle çıkacağı kesin olan bir düşmana saldırmayı düşünsün? Bu özgüven İsrail’in saldırı ile ilgili çeşitli uyarı sinyallerini göz ardı etmesine yol açtı. Sonuçta Mısır ve Suriye’nin hızla ilerleyen orduları ilk başlarda umduklarından çok daha başarılı oldular. Askeri üstünlük caydırıcılık sağlamamıştı.
Caydırıcılığın gizli tehlikelerinin en önemli örneklerinden biri de 1982 Falkland Savaşı’nda görüldü. Birleşik Krallık’ın Güney Atlantik’teki Falkland adaları üzerindeki otoritesini kabul etmeyen Arjantin, İngiliz silahlı kuvvetlerinin üstünlüğünü gayet iyi biliyordu. Ancak Birleşik Krallık uzun yıllardır adalardaki askeri korumasını azaltmaktaydı. Bu nedenle Londra Falkland’ın İngiltere’ye ait olduğunu iddia ederken Buenos Aires’deki askeri cunta bu beyanların göstermelik olduğunu düşünüyordu. Cunta, ülkede yönetimi tehdit eden bir krizle karşı karşıya gelince halkın vatanseverlik duygularını sömürerek kendisine destek sağlamaya kalkıştı ve adaları istila etti. Burada da caydırıcılık bir işe yaramamıştı çünkü Birleşik Krallık önemli bir faktörü göz ardı etmişti. Bir yandan sert bir poz takınırken bu görünüşü destekleyecek unsurları azaltarak caydırıcılığın en önemli şartı olan inanılabilirliği sarsmıştı. Ancak hikâye burada bitmiyor. İngiliz donanması Arjantin’i şaşırtarak Güney Atlantik’e geldi ve adaları tekrar ele geçirdi. Arjantin cuntasının lideri General Galtieri daha sonra hiç bir Avrupa ülkesinin kendisinden çok uzaktaki önemsiz birkaç ada için bu kadar büyük bir bedel ödemeye hazır olacağına asla inanmamış olduğunu itiraf etti. Arjantin de yanlış hesap yapmıştı.
Ancak Galtieri ve vatandaşları Birleşik Krallık gibi mağrur bir ülkenin deniz aşırı toprakları istila edilirken oturup beklemeyeceğini tahmin edemediler mi? Pasif kalmanın herhangi bir İngiliz hükümetinin sonu olacağını bilmeleri gerekmez miydi? Evet, normal zamanlarda Arjantin tabi ki bu senaryoları düşünebilirdi. Ancak bir kriz durumunda insanlar farklı bir mantıkla düşünürler. Gerçekten de insan davranışları konusundaki birçok araştırma değer verdikleri bir şeyi kaybedeceklerinden korkan insanların kazanma umudu olanlardan çok daha büyük riskler almaya hazır olduklarını göstermektedir. Falkland Savaşı kapsamında, siyasi açıdan sıkıştırılmış olan Cunta’nın “Malvinas”ı istila etmekteki amacı bir şey kazanmak değil, güç kaybetmekten kurtulmaktı. Bu da onları başka bir zamanda almaya cüret bile edemeyecekleri riskleri almaya itti. İstikrarlı bir caydırıcılık sisteminin ön şartı olan akılcılık uçup gitmişti.
Rusya’nın bugünkü iç politikasına bakarsak, 1982’de alınan derslerin yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini görürüz: politik destek sağlamak amacıyla milliyetçi duyguları uyandırmak ülkeyi başarısızlıkla sonuçlanan askeri bir maceraya atabilir.
Tüm bu vakalar caydırıcılığın sadece askeri dengelerden ibaret olmadığını, aynı zamanda çıkarlarla da ilgili olduğunu gösteriyor. Eğer karşı tarafın belli bir amaç konusundaki çıkarları sizinkinden daha fazla ise, caydırıcılık işe yaramaz. Bunun klasik örneği 1962 yılındaki Küba füze krizidir. Washington’un temel güvenlik çıkarlarını savunmaya hazır olduğu anlaşılınca Sovyetler Birliği Küba’da konuşlandırmaya başladığı füzeleri geri çekmişti. Diğer bir örnek de Vietnam savaşıdır. Amerika Birleşik Devletleri askeri açıdan kat kat daha üstün olduğu halde sonuçta Vietnam’dan çıkmak sorunda kalmıştı, çünkü Kuzey Vietnamlılar ve Vietkong’un hedeflerine ulaşmak için yapmaya hazır oldukları fedakârlıklar, Amerika’nın Güney Vietnam’ı desteklemek için göze alabileceği fedakârlıklardan çok daha fazlaydı. Çıkarlardaki bu asimetri sadece caydırıcılığı başarısızlığa uğratmakla kalmaz, aynı zamanda büyük güçlere küçük savaşları kaybettirir.
Peki ya nükleer caydırıcılık? Nükleer silahların sahip olduğu muazzam yıkıcı güç caydırıcılığı garanti etmez mi? Bu sorunun yanıtı yukarıdaki “konvansiyonel” örneklerdekinin aynıdır: nükleer alanda bile caydırıcılık bir tarafın korumak istediği çıkarlarına bağlıdır. Eğer bir ülkenin varlığı tehlikede ise, nükleer silah kullanması inanılır bir durumdur. Dolayısıyla nükleer silahlara sahip devletler arasında caydırıcılık olgusunun göreceli olarak daha “istikrarlı” olduğu düşünülür. Bunun aksine, bir tarafın nükleer caydırıcılık unsurunu müttefiklerine karşı kullanması daha karmaşık bir durumdur. İngiliz Savunma Bakanı Denis Healey’nin 1960’larda söylediği gibi, Rusları caydırmak için % 5, Avrupalılara güvence vermek için ise % 95 oranında bir inanılırlık sergilemek gerekir. Ancak bu “Healey Teoremi”ne rağmen genişletilmiş nükleer caydırıcılık uluslararası düzenin temel direği haline geldi. Bu sadece NATO için değil, aynı zamanda Japonya, Güney Kore, ve Avustralya gibi ABD’nin “nükleer şemsiyesi” altında bulunan Asya-Pasifik ülkeleri için de geçerlidir.
Amerika’nın bir müttefiki korumak için nükleer tırmanışı gerçekten göze alıp alamayacağı konusunda spekülasyonlarda bulunmak tamamen gereksizdir. Tek önemli olan, Washington’un müttefiklerinin güvenliğini kendi ulusal güvenlik çıkarları kadar önemli gördüğü yönündeki politik sinyaldir. Oysa böyle bir mesajın inandırıcı olabilmesi için ABD’nin savunduğunu iddia ettiği bölgelerde bir askeri varlığının mevcut olması gerekir. Böyle bir durum Washington’un bir çatışmaya başından itibaren angaje olacağını garanti eder. Böyle bir varlık olmadıkça ne müttefikler ne de karşı taraf bu nükleer güç kullanma tehdidini inanılır bulacaktır.
Batının güvenlik politikasından ne gibi sonuçlar çıkarılabilir?
Öncelikle, caydırıcılık konusunda yeniden başlatılacak olan bir tartışmada çok tedbirli olunması ve caydırıcılık kavramının gereğinden fazla göklere çıkarılmaması gerekmektedir. Bunu yapmak çok cazip gelebilir. Örneğin, bazı barış araştırmacıları çeşitli NATO ülkelerinde üslenmiş olan taktik nükleer silahların Rusya’nın Ukrayna’daki saldırganlığını önlemekte bir işe yaramadıkları için geri çekilebileceklerini iddia etmişlerdir. Bu sağlam bir mantık olsaydı o zaman tüm ulusal silahlı kuvvetleri ve hatta bizzat NATO kuvvetlerini de feshetmek gerekirdi, zira hiç bir ordu ve hiç bir ittifak Rusya’yı Kırım’ı ilhak etmekten ve Doğu Ukrayna’yı istikrarsızlığa sürüklemekten caydıramamıştır. Ukrayna’nın durumu daha gerçekçi bir şekilde incelenirse, bunun caydırıcılıktan çok bir coğrafya ve çıkarlar meselesi olduğu görülecektir. Batı NATO’ya ait olmayan bir ülke için askeri tırmanış riskini göze almak istemezken Rusya Ukrayna’nın askeri yollarla bile olsa Batı’ya entegre olmasını önlemeye hazırdır. Bir başka deyişle, Ukrayna örneği caydırıcılık olgusunu kanıtlamak veya çürütmek için uygun bir örnek değildir. Sadece siyasi ve askeri açıdan zayıf bir ülkenin güçlü bir komşu karşısında kolay bir av olduğunu göstermektedir.
İkinci olarak, Avrupa’nın bugünkü güvenlik durumuna uygun olarak, NATO’nun en önemli görevi coğrafi açıdan en korunmasız olan üyelerinin askeri olarak korunmasını sağlamaktır. İttifak’ın yeni Hazırlıklı Olma Eylem Planı (RAP) NATO’nun mukabele güçlerinin hazırlık düzeylerini arttırmayı ve Orta ve Doğu Avrupa’da giderek daha karmaşık tatbikatlar yapılmasını öngörüyor. RAP çeşitli Doğu Avrupalı Müttefik ülkelerde birkaç gün içinde konuşlandırılabilecek yetenekte bir öncü birlik oluşturulması, çokuluslu NATO komuta ve kontrol ve kabul tesisleri kurulmasını, ve savunma planlarının güncellenmesini kapsıyor. NATO, Orta ve Doğu Avrupa’da büyük muharebe güçlerinin daimi olarak üslendirilmesi yerine takviye kuvvetlerinin hızla intikali üzerinde durmakta olsa da, RAP bir süredir ciddiye alınmayan bir ilkeyi yeniden teyit ediyor: inanılırlığı olan bir savunma mekanizması ile caydırıcılık mesajının verilebilmesi için söylenenlerle askeri duruşun birbirine uyması gerekir.
Üçüncüsü, caydırıcılığın nükleer boyutuna da tekrar bakmak gerekiyor. Açıkça olmasa da, Rusya nükleer tatbikatları hızlandırarak, Rus bombardıman uçaklarını müttefiklerin sınırlarına daha yakın uçurarak ve yeni nükleer silah geliştirmekle övünerek Batıya nükleer sinyaller göndermekte. 2014 sonbaharında Rus Başbakan Yardımcısı Rogozin Rusya’nın askeri modernizasyonunun ülkenin potansiyel düşmanları için bir nükleer sürpriz içereceğini ifade etti. Tüm bunlar Rusya’nın hem siyasi hem de askeri fikirlerinin Batılı gözlemcilerin tahminlerinden daha fazla “nükleer” olduğunu gösteriyor. Batılı ülkeler Rusya’nın yaklaşımını aynen taklit etmek zorunda değiller. Ancak Soğuk Savaş’tan sonraki nükleer caydırıcılığı göz ardı etme ve nükleer silahlara sadece silahsızlanma kapsamı çerçevesinde bakma eğiliminin bugünün güvenlik manzarasıyla ne derece uyumlu olduğunu kendi kendilerine sormak zorundalar. Rusya’nın davranış biçimi ve Orta Doğu’da ve Asya’nın bazı kısımlarında ortaya çıkmakta olan yeni nükleer güçler karşısında, Batı ortadan kaybolmuş olan bazı caydırıcılık ilkelerini yeniden öğrenmek zorunda kalacaktır.
Dördüncü olarak, caydırıcılık askeri olmayan boyutları da kapsamalıdır. Rusya Ukrayna’da hibrid savaşın tipik bir örneğini sundu: Ukrayna sınırına hızla nizami kuvvetlerin yığılması, Kırım’da üniformalarında herhangi bir ülke bayrağı veya arması taşımayan özel kuvvetlerin istihdamı, Doğu Ukrayna’da ayrılıkçılara destek verilmesi, gaz fiyatlarının artması ve savaş alanındaki olayları örtbas etmeye yönelik muazzam bir propaganda kampanyası. NATO’nun karar almasını zorlaştıracak bir belirsizlik yaratmayı amaçlayan bu tür bir savaş yönteminin sadece kuvvet kullanma tehdidiyle caydırıcı olacağı düşüncesi tartışmaya açıktır. Hibrid savaş karşısında caydırıcılık başka yöntemler de gerektirir; örneğin siber ağların esnekliğinin arttırılması, enerji arzının çeşitlendirilmesi ve karşı tarafın yaydığı yanlış istihbaratı derhal düzeltebilecek stratejik iletişim olanakları. Bir saldırganı askeri misilleme ile cezalandırmak yerine “esneklikle caydırmak”, saldırganı yaklaşımının boşa gideceğini göstererek vaz geçirmeyi amaçlar.
Beşinci olarak, ABD hâlâ Batı’da caydırıcılığın temel taşıdır. Bunun nedeni sadece muazzam bir askeri güce sahip olması değil, ayrıca evrensel düzenin garantörü olmak istemesinden dolayıdır. ABD bu isteği – veya bunu yerine getirme yeteneğini — kaybederse, diğerleri kısa zamanda Washington’un çizmiş olduğu kırmızı çizgileri sınayacaklardır. Ülkenin iç işleri ile ilgili öncelikler konusundaki tartışmalara rağmen ABD bu gerçeğin tam olarak bilincindedir. Kırım krizinin başında ABD Orta ve Doğu Avrupa’daki askeri varlığını hızla arttırarak yardım konusundaki vaadini somut askeri donanımla desteklemiştir.
Amerikanın mevcudiyetinin ne kadar büyük bir önemi olduğunu Litvanya’da zırhlı bir araçtaki bir Amerikalının resminden daha iyi gösterecek bir şey yoktur. Birçok Litvanyalı bu resmi cep telefonlarından birbirleriyle paylaşmıştı. Resmin altındaki yazı caydırıcılık hakkında bin tane ders kitabının söyleyebileceğinden çok daha fazlasını söylüyordu: “Müthiş! 70 yıl önce gelebilirlerdi.”